Kahramanmaraş depremi, hepimizi derinden sarstı. O günlerde yaşanan yıkımın ve kayıpların ağırlığı, kalplerimizde silinmez izler bıraktı. Acı, sanki her sokağa, her evin duvarına işlenmiş gibiydi. Her adımda, bir sevdamızı, bir hayali, bir geleceği yitirmiş olmanın burukluğu vardı.
O acı günlerde, yıkıntılar arasında dolaşan sessizlik, bir zamanlar neşeyle dolu sokakların yerini almıştı. Gözlerden akan yaşlar, anlatılamayacak kadar derin acıları ifade ederken, yıkılmış evler, kaybedilen hayatların sessiz çığlıklarını barındırıyordu. Her yardım çağrısında, kayıpların telafisi olmayan acının izleri, hepimizi derinden etkiledi.
Deprem sonrası yaşanan belirsizlik ve umutsuzluk, toplumun her kesiminde farklı acıların ortaya çıkmasına neden oldu. Kimi, sevdiklerini yitirmenin acısıyla boğuşurken; kimi, her an kapıyı çalacak olan bir felaketin korkusunu derinlerde yaşıyordu. O anlarda, yaralarımızın ne kadar derin olduğunu, acının ne kadar sarmalayıcı ve yıpratıcı olabileceğini bir kez daha anladık.
Yine de, bu acıların ortasında bir araya gelen insanlar, kayıpların yasını tutarken birbirlerine tutunmaya çalıştı. Ancak, hiçbir destek, kaybedilenleri geri getiremiyor; hiçbir dayanışma, içimizdeki o tarifsiz boşluğu dolduramıyor. Acı, yavaş yavaş yerleşirken, her gün biraz daha ağırlaşıyor gibi hissediliyor.
Kahramanmaraş depremi, hepimize acının sadece anlık bir duygu değil, uzun süre kalplerimizde taşıyacağımız bir yük olduğunu hatırlattı. Bu yük, her hatırladığımızda yeniden omuzlarımızı saran, içimizdeki boşluğu derinleştiren bir hüzün olarak kalıyor. O hüzün, belki de yaşamın ne kadar kırılgan olduğunu en çarpıcı şekilde ortaya koyuyor.
Belki de asıl mücadele, bu acıyla yaşamayı öğrenmekte yatıyor. Her kaybın, her yıkımın ardından, yüreğimizde bıraktığı yarayı kabullenmek, yeniden umut bulmaya çalışırken bile o derin acıyı unutamayacağımızı anlamak… Çünkü bazı acılar, hiçbir zaman tamamen iyileşmiyor; sadece zamanla daha katlanılabilir hale geliyor.